13 Kasım 2015 Cuma

"HERŞEY BİTER Mİ? "


       Hızlı değişimlerle ve yeni başlangıçlarla...Bi dakka. Yeni başlangıç? Yok o değildi o. Yeni bitiş... hah evet... Baştan alalım....
     
      Hızlı değişimlerle ve yeni bitişlerle geçen haftaların ardından, gurbete gitmek....

      Yuvasından düşmüş bir baykuş yavrusu gibi... Ne uçmayı becerebilmiş, ne de konmayı.... Kırılmış kanadı kolu... Ne yuvasına geri tırmanabiliyor. Ne de yürüyebiliyor.... Seke seke kaçtı bi yaprak altına.... Kaderi bir rüzgara bağlı, eserse şiddetle, saklandığı yaprak uçup gidecek... Dinerse rüzgar saklanacak kediden köpekten...

     Kaderi? Rüzgara bağlı.... Onun Hayatına rüzgar yön verecek.........

MUTLULUK İÇİN; DOĞRU NOTALARA BASIN...

   
                                            "Antalya - Manavgat, Fotoğraf.1" -Çello Çalan Kadın-

     Güneş, yüzüne yeşil yelpaze tutan mahcup bir kadın gibi
iri yapraklı ağaçların arkasına saklanırken, muhtelif milletlere
mensup bir seyyah kafilesi -sarı otlardan yapılmış evleri arı kovanına
benzeyen- bir zenci köyüne girdiler.

     Kabile reisi, yirmi seneden beri Afrika'nın bu sapa köşesine
uğramayan beyazları güzel karşılayabilmek için bütün boncuklarını,
fil dişinden yapılmış ziynetlerini taktı, eline, üzerine işlemeli
büyük yayını alarak maiyetiyle beraber köyün ortasındaki
meydanda bekledi.

     Birtakım şatafatlı merasimden sonra seyyahlar, reisin kulübesinde
istirahat etmekteydiler ki, köyü dolaşmaya çıkmış olan
melez tercüman koşarak geldi, elli adım kadar ötede bir Avrupalı
tarafından yapılmış olması pek muhtemel olan tahta bir
kulübe gördüğünü söyledi.

     Golf pantolonlarının altına çoraplarını tekrar giymeye vakit
bulamayarak hep birden oraya koştular. Tercüman doğru
söylüyordu. Bu, intizamsız kerestelerden yapılmış bir yerdi ve
önünde vahşi orman çiçeklerinden vücuda getirilmiş bahçemsi
bir meydanlık vardı.

     Yanlarına gelen reis, binanın iki seneden beri aralarında yaşayan
bir beyaza ait olduğunu söyledi.

     Tercümana sordular:

-Neredeymiş kendisi?-

-Belli olmaz- dedi reis, -o, buradan çalgısını alır çıkar ve
ne zaman isterse o zaman gelir!-

-Ne çalgısı?-

-Büyük... adeta bir timsah yavrusuna benzeyen bir çalgı..-

     Seyyahlar birbirlerine sordular:

-Belki bir harp?..-

     Reis:

-Bir değneğe gerilen at kıllarıyla çalınıyor!- dedi.

-Öyleyse bir kontrbas...-

-Yahut bir viyolonsel...-

-Evet, evet... Herhalde bir viyolonsel.-

     Seyyahlar, reise tekrar sordular:

-O, bu çalgıyı nerede çalıyor?-

     Elini uzatarak gösterdi:

-Ormanda!-

-Peki, bizi oraya götürür müsünüz?-

-Olmaz, o çalgısını çalarken hiç kimseyi istemez...-

      Seyyahlar:

-Biz uzakta dururuz, kendisinin haberi olmaz!- dediler ve
ısrar ettiler.

      Reis razı oldu. Alacakaranlıkta köyden çıkarak ormana
doğru yürüdüler. Yaklaştıkları zaman, kulaklarına tok bir viyolonsel
sesi geldi. Alman seyyah biraz dinledikten sonra:

-Sonbahar şarkısı!..- dedi.

      Rus ilave etti:

-Çaykovski'nin.-

      Ormana girince reis durdu ve on adım kadar ileride, geniş
gövdeli baobap ağaçlarının altındaki karaltıyı gösterdi: -İşte!..

      Dikkatle baktılar ve dinlediler. Gölge hiç kımıldamadan,
büyük bir maharetle aynı parçayı çalıyordu.

      Sesler, birbirine giren yaprakları titreterek dağılırken İngiliz
seyyah:

-Bu adamın ne olması mümkündür?- diye söylendi.
   
      Fransız seyyah: -Bir sanatkar...- dedi, -Ümidi kırılmış bir
sanatkar... Hakiki sanatın takdir edilmediğini görerek insanlardan
kaçan bir talihsiz.-

      Rus: -Hayır, bu belki cemiyetin haksızlıklarından kurtulmak
için buraya gelen birisi ki, sanatı kendisine teselli vasıtası
yapmış...- diye, mütalaasını yürüttü.

      Alman: -Bana kalırsa- diye fikrini söyledi, -bu geniş arazide
rahat ve dertsiz yaşamayı, bu basit refahı, medeniyet dünyasının
didişmelerine tercih eden bir akıllı.
   
-Zannediyorum ki- dedi İngiliz, -vahşilerin hükümdarlığını
eline geçirmek için kendisine göre bir plan yapan onu sabırla
tatbik eden bir açıkgözdür bu ve belki de tehlikelidir.-

      Gece olmuş ve ay çıkmıştı. Ay ışığı ormanın içindeki ufak
bir meydanlığı aydınlatınca, etrafına taşlar dizilen bir toprak
yığınına dayadığı viyolonseli gözlerini kapayarak çalan adamı
daha iyi gördüler... Siyah, kıvırcık sakallarının çerçevelediği
yüzünde, nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan çizgiler
vardı. Alnına doğru dökülen dağınık saçları soluk yanaklarını
gölgeliyordu.

      Seyyahlar sordular:

-Hep burada mı çalar?-

-Ve o toprak yığını nedir?-

-Burada çalar- dedi reis, -karısının başucunda...-

-Karısı da var mıydı?-

-Vardı ve öldü.-

Sustular. -Gidelim!- dediler. -Köye döndüğü zaman anlarız...-

      Fakat ertesi sabah geri dönen adam, onlara kendi hayatı
hakkında hemen hemen hiçbir şey söylemedi.

-Bir vapur kazasından sonra buraya düştüm, karım da burada
öldü... Ve ben başka yere gitmek istemem- dedi.

      Seyyahlar yollarına devam etmek için bu garip münzeviyi
terk ettiler. Her biri jurnalına başka başka şeyler yazdı, fakat
hiçbirisi o adamın asıl hikayesine temas etmedi.

      İşte o adamın hikayesi:

      Akdeniz'in yalı şehirlerinden birinde öyle bir genç vardı ki
kendisine rast geldikleri zaman, mahcubiyetle başlarını eğen
kadınlar, onu çok kere rüyalarında görürlerdi.

      Ve zerdeva (ağaç sansarı) tüyleri gibi yumuşak olan kumral bıyıkları
genç kızların minimini kalplerini gıdıklamaktan geri kalmazdı.

      Fakat bu gencin, dalgalı saçlarından, lacivert gözlerinden
ve bir şark kamçısı gibi kıvrılan vücudundan daha kıymetli bir
şeyi vardı:

      Güzel nişanlısı...

      Bir zamanlar bütün şehir delikanlılarının hayalini dolduran
bu genç kızın, daima düşünüyormuş gibi gergin duran alnı
artık bir kardeş busesi için en münasip yerdi. Çünkü o delikanlılar
biliyorlardı ki, doğunun donuk pembeliğini taşıyan dudaklar
başkasına nasip olmuştur. Ve menevişlerindeki manayı
kimsenin okuyamadığı kahverengi gözler yalnız bir kişinin
önünde kıvılcımlanacaktır.

      Bu kız aynı zamanda şehrin en iyi viyolonsel çalanıydı.

      Oturduğu iskemlede bir ayağını geri uzatıp dolgun göğsünü
çalgısına dayadığı zaman, öyle sesler çıkarırdı ki, memleketin
ihtiyar ve üstat musikişinasları bile başlarını arkaya çevirerek
gözlerini kurulamaya mecbur olurlardı.

      Genç kız, nişanlısıyla beraber olmadığı zamanlar yalnız viyolonseliyle
konuşurdu; ve ona, nişanlısından dinlemek istediği şeyleri söyletirdi.

      Lakin gafil genç bunu bilmiyor, onun, çalgısını kendisi kadar
çok sevmesini kıskanıyordu.

      Ve bir gün:

-Ey sevgilim- dedi, -ey narin vücudunun, ipek saçlarının,
donuk pembe dudaklarının değil, bütün ihtiras ve iptilalarının
da bana ait olmasını istediğim sevgilim, artık viyolonseli bırak,
yalnız beni dinle, yalnız benim kalbimin tellerinde nağmeler
bulmaya çalış.-

-Aşk ne kadar hodbindir!-

      Genç kız:

-Mademki sen istemiyorsun sevgilim- dedi, -ben artık viyolonsel
çalmayacağım... Nağmelerimi yalnız senin sözlerinde
arayacağım.-

      Gözlerinde, sahibi için, yaşadığı ormanı bırakan bir ceylanın
garip mahzunluğu vardı. Sanat, ilahi sanat aşka yenilmişti.

-Ve aşk ne kadar kudretlidir!-

-Lakin sevgilim!- dedi genç kız ve bunu söylerken elleri
delikanlının avuçlarındaydı. -Elbet bir gün ihtiyarlayacağız ve
ölüm bizi alacak. Eğer o, bana senden evvel gelirse, bil ki tek isteğim,
gözlerim hayata kapanırken başucumda bir viyolonsel
dinlemektir; bunu bana vaat ediyor musun?-

-Evet- diye cevap verdi, -senden sonra yaşamak gibi bir
ceza bana mukadderse, kahverengi gözlerinin üstüne yemin
ederim ki, başucunda en yüksek sanatkara, en güzel besteyi
çaldıracağım.-

      Bunun üzerine başlar geriye doğru uzandı. Söylediklerini
tekit etmek (pekiştirmek) isteyen dudaklar birleşti.

-Ve aşk ne kadar ateşlidir!-

..

      Heyhat, saadet dedikleri el, insanları okşamakta pek hasistir.
Yalnız gülümsemek ve sevişmek için yaratıldıklarını sanan
bu gençler de o elin mukadder tokadını yemekte geç kalmadılar.

      Evlenmişler; birbirlerinin olmuşlardı. Bahtiyardılar. Bahtiyarlıklarını
bulundukları yerde hapsetmek istemediler. Onu
her tarafa gösterebilmek için, bir gün, şehrin rıhtımında duran
gemilerden birine binerek seyahate çıktılar.

      Gezdikleri yerde her gördükleri şeyin kendilerini sevindirmek
için yaratıldığını sanıyorlardı. Deniz onlara bir aşk masalı,
ormanlar bir vefakarlık hikayesi anlatıyordu.

      Bilhassa engini çok seviyorlardı. Bazı yerlerde erkeğin gözleri
gibi lacivertleşen sular, bazı yerlerde her ikisinin kalpleri
kadar berrak ve şeffaf oluyordu... Ve dalgaların kıvrımlarındaki
köpükler, sulara sürünerek uçan beyaz kuşlar gibiydi.

      Lakin bir gün, ufuklar karardı. Bir fırtına başladı. Öyle bir
fırtına ki, tasvirini ancak herkesin kendi muhayyilesi yapabilir.

      Geminin kaburgaları çatırdamaya başladığı zaman, birbirlerine
sarıldılar. Gözlerini kapadılar....

      Ancak ertesi gün -kendilerini sahilin kumlarına uzanmış
bularak yabani otlarla tedaviye çalışan zencilerin arasında-
gözlerini açtılar.

      Ve uzak kayalarda parçalanan enkazdan başka canlı bir şey
göremediler.

      Zencilerin sahilden epey içeride olan köylerinde birkaç ay
oturup, onların dillerini öğrenmeye başlayınca anladılar ki, burası
Afrika'nın en kimsesiz yerlerindendir ve on sekiz seneden
beri hiçbir beyaz adam uğramamıştır.

      Ara sıra sahilde balık tutmaya giden kafileler tekrar söylediler
ki, o denizde şimdiye kadar uzaktan geçen bir gemi bile
gözlerine ilişmemiştir. Ve artık hissettiler ki -fırtına kendilerini
baygın olarak kıyıya attığı zaman- vahşileri orada bulunduran
tesadüfe minnettar olmaktan başka yapılacak şey yoktur.

Erkek: -Mademki beraberiz- dedi, -ve birbirimizi seviyoruz,
yaşayışımızın herhangi bir yerde olması bizim saadetimizi
bozmamalı!-

      Fakat kadın hastaydı...

      Evet, kadın hastaydı. Günden güne eriyor, sararıyordu.
Nasıl bazı ağaçlar yerleri değiştirildiği zaman -usta bir bahçıvan
elinde bile olsalar- yaşayamazlarsa, genç kadın da burada
yaşayamayacaktı. Erkek bütün kudretiyle çalıştığı, vasıtasızlık
içinde bütün çarelere başvurduğu halde, bunun önüne geçemeyeceğini
anlıyordu.

      Onu, sert kokular dağıtan ağaçlar arasında, berrak sulu nehirlerin
kenarında gezdiriyor; geceleri, yalnız Afrika'ya mahsus
olan parlak ay ışığı altında onun, mavimtırak damarlarıyla bir
istiridye kabuğuna benzeyen kulaklarına, yaşamayı tatlı gösterecek,
şarkılar söylüyordu. Fakat hepsi neticesizdi ve kadının
bir sene daha ömrü olmadığı muhakkaktı.

      O zaman, bu kısa müddette kadına saadet verebilmek için
çareler düşündü, aklına viyolonsel geldi. Belki çalgısı olsaydı o,
bu kadar üzülmeyecekti.

      Ve bir gün, maun ağacından haftalarca uğraşarak yaptığı
viyolonselle geldi. -Sevgilim- dedi, -hayatımız çok yalnız geçiyor.
Bak, sana bir arkadaş daha getirdim. Seni bir zamanlar bunu
çalmaktan menettiğim için ne kadar bedbaht olduğumu bilsen...
Sonra sıkılarak ilave etti: -Hem bana da öğretmeni rica
edeceğim.-

      Genç kadının soluk yüzünde, batan güneşte görülen bir
kırmızılık belirdi. Titreyen dudaklarıyla:

-Ben öleceğim- dedi, -ve sen, başucumda viyolonsel çalarak
vaadini yerine getireceksin....

      Öğrenmeye başladıktan pek az sonra, ufak parçaları çalabiliyordu.
Kadın, hayvan derileri üzerine yazdığı notaları buna
meşk ettiriyor, bu da onları alarak yabani ormanda saatlerce çalışıyordu.

      Öğrendiği parçayı akşam üzerleri latif üstadına tekrar
ederken onun ağzından çıkacak bir takdir sayhası (haykırışı)
kendisine en büyük iç genişliğini verirdi.

      Kadın da ara sıra çalıyordu. Ve o zaman bu şekilsiz alet, bu
at kıllarından yapılan yay, başka bir dünyanın seslerini genç erkeğin
kulaklarına, oradan ruhuna götürürdü. Bir gün kadın:

-Bak, bu 'Sonbahar Şarkısı'dır  - dedi.

      Ve nağmeleri insanın içine görünmez mayiler halinde akan
bir besteyi bitirdikten sonra:

-İşte- dedi, -ölürken senden bunu isteyeceğim.-

      Erkek:

-Ver- dedi, -çalışayım...-

-Hayır, bunu son günümün yaklaştığını hissettiğim zaman
vereceğim...

      Ve başka bir notayı uzattı.

      Bazen üzüntülerin uzattığı, bazen yalancı bir sevincin kısalttığı
günler çok çabuk geçti. Ve kadın artık ayakta duramayacak
kadar eridi. Gözlerinin esmerleşen kenarlarında, beyaz
dudaklarında ölümün tayf halinde dolaştığını genç erkek görüyordu.

      Belki, evet, belki iki üç günlük ömrü vardı. Fakat hala Sonbahar Şarkısını vermemişti.

      Birkaç defa, üzerilerinde nota yazılı olan derileri karıştırırken,
eline geçen bu şarkıyı bir türlü öğretmiyordu. Ölümün bu
kadar yakınında dolaştığından ihtimal ki haberi yoktu.

      Genç adam onun son istediğini yerine getirememekten
korkuyordu: Ya kadın birdenbire ölüverirse?

      O zaman bu şarkıyı çalamayacaktı ve göğsünün üst tarafında pürüzlü bir cismin ağır ağır gezindiğini
hissediyordu.

      Notayı istemek imkansızdı. Bu, hastaya ömrünün sonuna
geldiğini belli etmek olacaktı.

      Bir tek isteği, onun son günlerinin müsterih geçmesi olduğu
halde, bu nasıl yapılabilirdi?

      Nihayet bir gün, gene başka bir besteyi uzatırken, kadının
başı kucağına sessizce düşüverdi: Bayılmıştı... Erkek etrafa
koştu. Bir toprak çanaktan yüzüne sular serpti. O, gözlerini
açar açmaz kuru otlardan ibaret olan yastığının altından -Sonbahar
Şarkısı-nı çekerek:

-"Al"dedi,
 -ve çabuk öğren. Korkuyorum ki, vakit az kaldı!-


      Erkek yabani ormana koştu, deriyi bir baobap ağacının
gövdesine iliştirerek çalışmaya başladı.

      Saatler geçti. Akşam oldu. Elinde viyolonsel ve nota ile kulübeye
koşan erkek, ağlıyordu. İçinde sönmez bir acı vardı. Ya
öldüyse, diyordu, ya yetişemediysem!

      Kulübeden içeri girince, yatakta, gözlerini kapıya dikerek
kendisini bekleyen genç kadının yüzünde bir gülümseme dolaştı,
elini uzattı...

      Elini uzattı ve erkek o eli yakalayıp sakallarından süzülen
yaşlara sürerek öperken, kadının gözleri tekrar kapandı.

      Kadın ölmüştü.

      Ve erkek bunu hissetti.

      O zaman deli gibi viyolonsele sarılarak çalmaya başladı.
-Sonbahar Şarkısını ona duyurmak istiyordu.

      Dikkatle baktı, kadının gözleri açılacak mı diye baktı. Hayır,
açılmıyordu.

      Sevgilisinin son isteğini yerine getirememekten doğan bir
yeisle yayına daha şiddetle bastı ve parmakları daha içten oynadı.
Onun kulübenin civarından uzaklaşmadığını zannettiği
ruhuna bu sesi yetiştirebilmek için hırsla çalıyordu.

      Gözleri, yatakta gülümseyerek yatan ölüye dikilmişti.
-İşitmiyor musun, bak, ne kadar aşkla çalıyorum, ne kadar güzel
çalıyorum, işitmiyor musun? demek istiyordu.

      O zamana kadar bu kulübede çalınan viyolonsel, vahşileri
alakadar etmezdi. Fakat şimdi bu şarkı, genç adamın kalbinden
ıstırap ve hıçkırık halinde viyolonselin tellerine dökülen bu
beste, onları da şaşırttı, donuk hassasiyetlerine kadar işledi ve
hepsi koşarak kulübenin etrafına toplandılar.

      Şimdi kapıda birbirinin üstüne çıkarak çalgıyı dinleyen
zenciler, siyah bir üzüm salkımını andırıyordu. Annelerinin
yapraktan eteklerine sarılan küçük çocuklar bile susmuşlardı.
Ve kulübenin önü ağlayan zencilerle .evet bu bir mucizeydi ve
hepsi birden ağlıyorlardı- bir arı kovanının ağzına benziyordu.

      Genç adam, çalgısıyla beraber toprağın üstüne baygın yuvarlanıncaya
kadar çaldı.

      İki gün sonra ayılınca, vahşiler, kendisini ormana, her zaman
viyolonsel çaldığı bir ağacın altına götürdüler.

      Burada taze bir mezar vardı....

      İşte bu genç adam, sağlığında dinletemediği parçayı karısının
ruhuna duyurabilmek için, bu mezarın başında, senelerden
beri viyolonselini çalar.



1928

(Meşale, s. 7, 01.10.1928)


-------------------------------------------------------------------------------


*     Herkesin rol yapıp oyun oynadığı bu hayatta, bir kerede siz kurun bir oyun, kurallarını sizin belirlediğiniz...

*     Henüz hayal gücüm körelmedi, hala yığılmış çamaşırları, duvardaki gölgeleri, iç içe geçmiş bulutları benzetirim canavarlara.... İçimdeki çocuk? ölmedi.... Umut? Oda bitmedi......

*     Sevin ulan sevin, boşunamı geldik Dünya'ya....



---------------------------------

9 Kasım 2015 Pazartesi

..."GİTME"...



Son bir göz kırpmasıyla batan güneşin bile uğramadığı, küçük ve loş bir odadayım bugün. Işığım kaybolurken odamda görünen sadece tek bir hatıra var, lakabımın üstüne kazındığı bir kitap.

“Git” diyenin hediye ettiği kitabı okumak mıdır zor olan? Yoksa okumamak mı? … Yanında hissedersin okursan, her cümlede bir anlam, bir anı düşünürsün… Peki ya o ağaç kokan sayfaların sonuna geldiğinde…? Kitabı da bitirdin, peki ya şimdi?... Her türlü bir burukluk var… Nasıl hissedeceksin? ….

Keşke olağanüstü güçlerim olsaydı, kim bilir belki de vardır da kullanmayı bilmiyoruz… Eğer özel güçlerim olsaydı ya da kullanmayı bilseydim, bir çift kanat verirdim sana, cesur ve özgür kılsın diye seni…

            Her zaman yarınlara bıraktığımız hayallerimiz, ama yarının daima yarınlara ertelendiği, küçük kısa ömürlerimiz…

            Gitmek? Nedir bu gitmek?... İnsanlar neden gider? Kimisi vardır, geri dönmek için gider. Bu geri dönüş bir umuttur, inançtır onlar için… Kimisi de var ki onu yazmaya yerim yok bu yazımda… Bu yazı umutların, inançların yazısı…

Gideriz tabi ki, Gidilir… Herkes gidebilir… Ama gidilecek olan yerde yeni haller yaratamıyorsak, bu kendi içinde kaybolmanın hesabını nasıl veririz kendimize?          

Hiç “Gitme” dediniz mi? … Sizin dudaklarınızdan tek bir kelime olarak çıkar, ama içinizde ve beyninizde yankılanır… Anılardan , hatıralardan boğulursunuz. “Gitme” denilen gidince de put kesilirsiniz…
                      
            Çember çizer insanlar etrafına. Bazı daireler o kadar geniştir ki, istersen Mars’a git. Velhasıl kelam ; yarılmadıkça ortadan;

                        “İçindesindir Dairenin....….”

                                                                                   

2 Kasım 2015 Pazartesi

SU'YUN EN GÜZEL HALİ, TOPRAĞIN ESANSI ....

              

Öncelikle fon müziğimizi belirleyelim..... >Yağmur Sesi<

     Gökyüzünün insanlara sunduğu en güzel terapi seansı; Su'yun en güzel hali, Toprağın esansı ; “Yağmur” !...

Yağmur huzurdur, yağmur düşündürür,  sevinçtir, hüzündür, pişmanlıktır yağmur…

Onun hakkında yazılan şiirlere, şarkılara fazlasıyla değecek olan bir şeydir bu Yağmur…

Temizlenmek gibi, Arınmak gibi bazı düşüncelerden, vücuduna ektiğin bir düşünceye su vermek gibi; filizlenmesi için…..

Yağmur tanelerinin altında ne kadar yalnız olursan ol, kalabalık hisseder bir tarafın; eğer açarsan avuçlarını gökyüzüne…

Nedendir bilmem, çok mu alıştık ayrılıklara? Son yağan yağmurda bile ayrı bir hüzün vardı bende, parmaklarımın hepsi birbirinden uzak, açılmış avuç içleri gökyüzüne , yüzüm yukarda gözler kapalı.. Sordu “yağmur” , taneleriyle tenime ;
-Neden bu hüzün?...
+“Gidiyorsun diye, O kadar güzel yağıyorsun ki, ama birazdan dineceksin....”
-“Damlacıkları dinle, şu anı yaşa, Tekrar yağacağım.... ‘Dönüşü Olan Bir Gidiş Benimkisi’ ...........

29 Ekim 2015 Perşembe

HOŞGELDİ"M" ....

                                

Bazen tek bir soru insanın hayatını değiştirmeye yeter , Yeter? Belki de fazladır… Yaşam öyle işte, tek bir cevap bile, değiştirme gücüne sahiptir hayatlarımızı.

“Zaman” bana bir soru sordu ve o an kendini durdurdu. “Zaman” durdu.

-“Kimsin? Nereden Geldin?...”

Artık kim olduğuma , nereden gelip; nereye gittiğime dair hiçbir fikrim yok…. Ama şimdi ki zamana gelmeden öncesine kadar yaşadıklarımı, kendime yaşattıklarımı hala unutmadım.

                    Neyse…


Bedenler ayrı kalsa da, ayrılsa da yollar ters istikamete, gözler görmese de akıldakini; çocuklar var ruhumuzda.. Onlar dokunur birbirlerine uzaktan, hisseder….

Ukraynalı heykeltıraş bunu  heykele dökmüş ve eserinin adını “LOVE” olarak nitelendirmiş. Metalden yapılmış iki yetişkin birbirlerine sırtlarını dönmüş otururken, içlerindeki çocuklar ise tam tersi birbirine bakıyor, dokunmaya çalışıyor…..

    Bla bla bla. Herkes almış eline kalemi karalıyor. Artık bende yazayım dedim birşeyler...... :) Burdayımm







 

 --------------------------------------------------------------------------------------

“Uzanacaksın uzaktaki bir ışığı yakalamak için,

  Işık köklerine dolacak bir gün,

  Yorgunluğun, çiçeklerini sulayan koca bir nehir olacak……..”

                                                                                          - A.ERHAN                                               

 ---------------------------------------------------------------------------------------